29 Kasım 2022 Salı

İzledim: Cehennem - Tatbikat Sahnesi

Mart 2020. Tatbikat Sahnesinde Cehennem oyununu izlemek için arkadaşlarımı bekliyorum. Covid-19 salgını henüz Türkiye'ye uğramamış, maske takanlara "deli" muamelesi yapılıyor. Oyunu izliyoruz. Sonraki 2 yıl boyunca fiziksel olarak hiç bir tiyatro oyunu izleyemeyeceğimin farkında bile değilim. Başta metin olmak üzere bambaşka bir oyun izliyorum, oldukça etkileniyorum. Büyülenmiş bir halde oyundan çıkıyorum. Hemen Tiyatro.co için bir inceleme yazısı yazıyorum oyunla ilgili. Şu alt başlığı atıyorum: "Vurucu, Düşündürücü, Epey Etkileyici." Sonrasında girişi yapıyorum: "Bu yazı zor bir yazı olacak. Nitekim Tatbikat Sahnesi tarafından sahnelenen Cehennem oyunu sindirmesi zor, alt metinleriyle insanı soru yağmuruna tutan, fazlaca düşündüren, fazlaca sorgulatan bir oyun." Oyunu izledikten yaklaşık 1 hafta sonra Türkiye'de ilk Covid-19 vakası görünüyor. Sonrası malum... 

Kasım 2022'ye gelelim. Tatbikat Sahnesi yeniden Cehennem oyununu sahneleme hazırlıklarında. Kastta ve Rejide değişiklikler var. Bende ise ayrı bir gerilim. Bir oyun yazarı olarak korkumla yüzleşmek zorundayım. Zira tam da şu sıralar ben de Cehennem gibi sanal Dünya'da geçen bir oyun kaleme alıyorum. Bu oyunu kaleme alırken 2 yıl önce izlediğim oyundan ne kadar etkilendim? Bir yazarın en büyük kabusu bu. İzlediği ya da okuduğu bir şeyden "esinlenme" ötesinde etkilenmek.

Salona giriyoruz. Dikkatimi ilk çeken şey dekorun baştan aşağı değişmiş olması. Demek ki bambaşka bir reji ile karşılaşacağız. Kastta değişiklik olduğunu biliyorum. Peki değişen başka neler var? Baştan aşağı yeni bir oyun mu izleyeceğiz? Zaten çok beğendiğim bir oyunu daha çok beğenmem mümkün mü? Bu sorular eşliğinde oyun başlıyor...

Cehennemin 2020 yılındaki temsilinden. Iris rolüyle Beyza Nur Metin, Papa rolüyle Ünsal Coşar.

Jennifer Haley tarafından kaleme alınan Cehennem, insanların artık neredeyse tüm yaşamlarını sanal ortamda sürdürdüğü, İnternet'in, Cehennem olarak adlandırıldığı bir yakın gelecek dünyasında geçiyor. Bu Dünya'da Cehennem, ekmek ve su gibi yaşamı idame ettirebilmek için bir ihtiyaç haline gelmiş. Eğitimden, eğlenceye; sosyalleşmekten, ilişkilere; hayata dair ne varsa Cehennemde yaşanıyor. Gerçek ile Sanal ayrımı ortadan kalkmış, Sanal dünya yaşanmak için daha tercih edilesi bir yer almış. Oyun, bu Sanal Dünya'da kullanıcılarına gerçek hayatta "suç" olarak addedilen eylemleri gerçekleştirebilecek bir ortam hazırlayan Papa'nın gerçek hayatta sorgulanması ile başlıyor. Papa'yı sorgulayan Dedektif, bu süreç boyunca suç ve ceza kavramlarını, sanal ve gerçek dünya ekseninde irdelerken hem kendi içinde hem de ucu bucağı olmayan "cehennem" içinde korkutucu bir yolculuğa çıkıyor.

Cehennem başarılı ve bir o kadar da zor bir metin. Çarpıcı gerçekleri, tabu insan davranışlarını ve dahası bu davranışlara karşı iki yüzlü yaklaşımı tokat gibi izleyicinin yüzüne vuruyor. Suç ve ceza kavramları konusunda insanı derin düşünmelere sevk ediyor. Bundan da ötesi, sanal dünyanın insanlarda yarattığı "yeni bir kimlik yaratma" ihtiyacı noktasında son derece gerçekçi bir uyarıda bulunuyor. Oyunda izlediğimiz yakın geleceğin çok da uzak bir "ihtimal" olmadığını, hemen yanı başımızda durduğunu bizlere hatırlatıyor.


Oyun temel olarak gerçek dünyada bir sorgu odası ve sanal Dünya'da Papa'ya ait "Kuytu" ismi verilen yerde geçiyor. Bu bağlamda sanal dünya ile gerçek arasındaki geçişler oyunun sahnelenmesinde kilit bir öneme sahip. 2020 yılındaki oyunda sahne, yatay olarak gerçek ve sanal dünya şeklinde ayrılmışken yeni sahnelemede dikey bir kullanım mevcut. Yükseltinin üst kısmı sorgu odası, alt kısmı ise Sanal dünya olarak kurgulanmış. Yatay uzamdan, dikey uzama geçiş oyuna müthiş bir derinlik dahası tempo kazandırmış.

Sanal Dünya yansımaları olarak dekorun üst ve yan kısımlarına verilen görüntüler, bu tarz bir oyun için çok yerinde bir tercih. Tiyatroda projeksiyon kullanılmasının hayranı olmasam da oyununun alt metnine uyan bu kullanım, metni desteklediği gibi; tiyatro ortamında verilmesi zor olan "sanal dünya" imini başarıyla izleyiciye aktarıyor.

Her iki oyunda da sorgu sahnelerinde kullanılan canlı kamera bu oyunda biraz daha geliştirilmiş. Bu kamera kullanımı izlemesi ilginç bir deneyim. Zira sadece oyuna derinlik katmakla kalmıyor, sorgu odasındaki oyuncuların jest ve mimiklerini çok daha detaylı görmemize izin veriyor. 

Önceki oyunda 9 yaşındaki İris bir salıncakta sallanırken tasvir edilirken bu oyunda büyük bir oyuncak tahta at kullanılmış. Bu yeni tercih oyun metninin karanlık yapısını rejide de daha fazla gösterme olanağı sunmuş. Nitekim, Sallanan At üzerindeki hareketler "cinsel birleşme" metaforunu izleyicinin gözüne sokmadan veriyor ve kullanılan bu metafor "pedofili" olgusunun rahatsız ediciliğini oyuncak at'ın sahnede durduğu her an hissetmemize sebep oluyor.  

Görsel Temsilidir

Dekor ve projeksiyon yansımaları gibi oyunda kullanılan müzikler de izleyiciye hissettirilen "rahatsız edicilik" ile uyumlu bir şekilde. Oyun, metne uygun şekilde tüm bu unsurları (dekor, müzik vs.) başarılı bir uyumla kullanarak; metnin arka planındaki rahatsız edici atmosferi yaratıyor.

Gelelim performanslara.

Cehennemin her iki kastında da yer alan sadece 2 oyuncu var. Ünsal Coşar Papa rolüyle bir kez daha çok başarılı bir performans ortaya koymuş. Coşar'ın performansında en dikkat çekici nokta, Papa karakterini oynarken "salt bir kötü" tiplemesine düşmeden; derinlikli bir karakter yaratabilmesinde. Bu çok ince bir çizgi. Zira Papa, izleyicinin empati kurmaması gereken bir karakter. Coşar bu dengeyi korumayı çok iyi başarıyor.

İlk Cehennem oyununda Dedektif rolündeki Selin Tekman bu sefer Iris rolünde. Bu gözlemlemesi ilginç bir kast değişikliği zira canlandırdığı iki karakter birbirinden tamamen zıt yapılara sahip. Önceki oyunda karakter gereği katı ve sert dedektifi canlandıran Tekman bu sefer de hayalperest, 9 yaşındaki Irıs'i başarıyla canlandırmış. Oyuna dair spoiler vermeden daha fazlasını söylemek mümkün değil ancak Tekman, İris olarak sahnede yer alırken olması gerektiği gibi 9 yaştan öte derinliği de görebiliyoruz.

Dedektif rolüyle Elvin Beşikçioğlu uzun bir aradan sonra Ankara sahnelerine geri dönüyor. Katı, Sert yapıya sahip, içinde ciddi travmaları olan bu karakteri başarıyla canlandırdığı gibi, dekor gereği sürekli sahnede bir şekilde görünmesine rağmen bir an olsun karakterden çıkmıyor. Umarım kendisini daha fazla izleme şansına erişiriz.

Adem Aydil, Fen öğretmeni Bay Norris rolüyle karşımıza çıkıyor. Bay Norris performansı  hakkında yazması en zor karakterlerden birisi. Zira oyunun sonu hakkında spoiler vermeden bir şeyler söylemek pek mümkün değil. Ancak oyunun sonunu bilen biri olarak Aydil'in sahneye ilk çıktığı andaki duruşuyla ve konuşmasıyla izleyiciye verdiği  durağanlık ile bezmişlik halini görünce çok mutlu oldum. Nitekim bu karakterin hikayesinin yolculuğunu bilen birisi olarak ne kadar başarılı canlandırıldığını hemen anlamıştım.

Eda Eğilmez, metinde ve önceki sahnelemede erkek olan Bay Woodnut rolünü canlandırıyor. Oyunu izlemeden önce; bu karakterin Erkek olması ve Kadın bir oyuncu tarafından canlandırılması dolayısıyla "karikatürize" olabileceği endişesi duymuştum. Ne var ki Eğilmez performansıyla, canlandırdığı Bay Woodnut'ın cinsiyetinden öte bir "persona" bir "sanal görünüş" olduğunu izleyiciye başarıyla aktarıyor. Burada sağlanan denge sayesinde izleyiciyi "yadırgatmama" hali çok başarılı olmuş.  Karakterde yapılan bu "cinsiyet" değişikliği oyunun alt metnine de çok uymuş nitekim sanal dünyada edinilen görünümler oyun anlatısının çok önemli bir parçasını oluşturuyor.

Yazıyı bitirmeden bir iki ufak eleştiri.

İris'in ayağının bağlandığı zincir, görsel olarak da alt metinsel olarak da çok iyi bir tercih olsa da yere çarptığı anlarda çıkardığı sesler kimi zaman diyalogların duyulmamasına sebep oldu.

Bay Norris'in giydiği "Los Angeles Lakers" forması, yakın gelecekte geçen nispeten "distopik" sayılabilecek bu atmosfer içerisinde bende yabancılaşma yarattı.

Sonuç olarak oyun, metninden rejisine; performanslardan atmosferine yine Tatbikat sahnesinin prodüksüyon kalitesine yaraşır bir şekilde sahneye konulmuş. Tiyatroseverlerin mutlaka izlemesi gereken bir yapım.

Oyun Puanı: 10/10

Oyun Künye:

Yazan: Jennifer Haley
Çeviren: Gülay Gür
Yöneten: Elvin & Erdal Beşikçioğlu
Yönetmen Yardımcısı: Selin Tekman
Işık Tasarım: Tatbikat Sahnesi
Dekor Tasarım: Barış Dinçel
Kostüm Tasarım: Tatbikat Sahnesi
Afiş Tasarım: Hande Şiri
Video Mapping: Can Akyürek
Fotoğraf: Murat Muratal
Oyuncular:
Ünsal Coşar
Elvin Beşikçioğlu
Selin Tekman
Adem Aydil
Eda Eğilmez

Bu yazı oyunun 28.11.2022 tarihli gösteriminin ardından yazılmıştır. Yazıda kullanılan görseller biletix.com, tiyatrodergisi.com.tr ve Tatbikat Sahnesi Sosyal Medya hesaplarından alınmıştır.

Ali Uygur Selçuk

https://twitter.com/aliuygurselcuk

https://www.instagram.com/aliuygurselcuk/

11 Ekim 2022 Salı

İzledim: Fahreneit 451 - Tatbikat Sahnesi


2020 yılında Covid-19'un hayatımıza girmesiyle birlikte günlük yaşamamızda bir çok değişiklik meydana geldi. Sokağa çıkma yasakları, sosyal mesafe kuralları, maske kullanım zorunluluğu gibi pek çok yeni alışkanlık ve uygulama rutinimiz oldu. Bu kaotik dönem sadece bireysel alışkanlıkları değil, kültürel uygulamaları da etkiledi. Başta tiyatro olmak üzere pek çok sahne sanat gösterimleri dijital platformlara kaydı. Kapanan ya da önlemler dolayısıyla kapasitesi azalan salonlardan dolayı tiyatrolar; daha önce uygulanan ancak ülkemiz için henüz "bebek" sayılabilecek dijital izleme imkanlarıyla oyunlarını internet ortamında seyirciyle buluşturdu.

Tatbikat Sahnesi de 2019-2020 sezonunda repertuvarına Fahrenheit 451'ı eklediğini duyurmuş ve oyunun hazırlıklarına başlamıştı. 2020 yılının başında başlayan pandemi nedeniyle oyunun prömiyeri dijital ortamda yapıldı, devamında ise pek çok tiyatro gibi artan vakalar, önlemler vb. gibi pandeminin yarattığı durumlar nedeniyle oyunlarını istikrarlı bir şekilde izleyiciyle buluşturamadılar.

2022 yılına geldiğimizde ise Fahrenheit 451, 2 yıl önceki kadroda bazı değişikliklere giderek, evinde yani Ankara'da  izleyiciyle buluştu. 

 "Bir kadın kitaplar uğruna yanabiliyorsa, kitapların içinde bir şeyler olmalı..."



Ray Bradbury tarafından kaleme alınan ve distopya edebiyatının en önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilen Fahrenheit 451; kitap okumanın/barındırmanın yasak olduğu, itfaiyecilerin yangın söndürmediği; aksine kitapları yakmak suretiyle yangın çıkardığı; insanların televizyonlar aracılığıyla uyuşturulduğu ve düşünmeyi, sorgulamayı bıraktığı bir yakın gelecek distopyasını anlatıyor. Hem simgesel hem de gerçek anlamda oldukça karanlık, oldukça ürkütücü olan bu distopyanın hikayesi; önceleri diğerlerinden farklı olmayan -yani düşünmeyen, sorgulamayan, kitap okumayı dahi merak etmeyen- itfaiye eri Montag'ın yaşadığı değişim ekseninde anlatılıyor.

Fahrenheit 451'in en önemli unsurlarından birisi kuşkusuz hikayenin geçtiği arka plan yani o karanlık ve distopik dünyadır. Bu dünyayı, kitaptaki kadar başarılı bir şekilde sahneye taşımak zordur. Daha önce pek çok sinema ve tiyatro uyarlaması bu konuda başarısız olmuş ve sınıfta kalmıştır. Tatbikat Sahnesi ise öyle bir atmosfer yaratmayı başarmış ki, izleyiciyi oyunun geçtiği karanlık dünyaya, o distopyanın tam ortasına atıyor. İzleyici, seyirci koltuklarında oturan birer "seyirci" olmaktan çıkıyor ve olayların geçtiği bu distopyanın birer parçası haline geliyor. İzlenilen şey bir tiyatro oyunundan, sokakta şahit olunan bir olaya dönüşüyor.


Bu karanlık dünyayı yansıtmak için kullanılan sis efektleri, müzikler, ses kullanımları, ışık kullanımları çok başarılı. Ancak en büyük övgüyü sahne üzerinde kullanılan dekor hak ediyor. Merdivenli, paravanlı bu dekor açılıp-kapanır ve mobil yapısıyla kimi sahnede eve, kimi sahnede bir metroya dönüşüyor. Kimi sahnede koreografinin bir parçası oluyor, kimi sahnede ise sahnenin geçtiği yere göre boşlukları izleyicinin zihninde doldurtuyor.

Dekorun oyun atmosferine sunduğu en önemli katkı bu değil. Dekor hem Retro hem siberpunk tasarımıyla, kitabın yakalamaya çalıştığı o "distopik yakın gelecek" imgesini harika bir noktadan yakalıyor. Uçan arabalar, gelişmiş teknoloji gibi bilim kurgusal öğeler ile izleyiciyi oyundan yabancılaştırmak yerine, oyunun geçtiği karanlık dünyayı özümsemesini sağlıyor. Retro görünüm ile Siberpunk görünüm arasındaki zıtlığın yarattığı uyumsuzluk yukarıda bahsettiğim ve izleyiciyi içine alan, kitabın her sayfasına hakim olan bu karanlık atmosferin başlıca mimarı. Dekorda yaratılan bu "antika" / "teknoloji" çatışması, izlediğimiz şeyin bizlere çok uzak gibi gelse de ne kadar yakın olabileceğini hatırlatıyor.


Performanslara bakacak olursak. Kitabın en çok ilgi çeken karakteri olan Clarice rolünde Selin Tekman muhteşem bir performans sergilemiş. Tekman, 17 yaşındaki Clarice'i canlandırırken pek çok oyuncunun düştüğü hataya düşmüyor. Sesini değiştirerek, yaşını küçülterek karikatürize 17 yaşında bir çocuk olmuyor. Aksine ses tonuyla, vurgusuyla, hareketleriyle Clarice'in kimi zaman çocuksu, kimi zaman olgun, kimi zaman garip, kimi zaman sempatik olan hallerini kısacası pek çok farklı duyguyu inandırıcı ve olması gerektiği gibi sunuyor.

Fatih Sönmez; canlandırdığı Montag'ın değişimini çok iyi özümsemiş ve sahneye koymuş. Oyunun başında Montag'ın soğuk, robotik, düşünmeyen; oyunun devamında ise aşık olan, düşünmeye, sorgulamaya başlayan Montag'ın hallerini; başarıyla sahneye koyuyor. İki zıt kutuptaki duyguların bu şekilde başarılı bir şekilde sahneye konması; dahası duygular, eylemler değişirken karakterin temel hareketlerinin, mim ve jestlerinin benzer düzeyde kalması yani abartıya kaçılmadan bu değişimin yaşanması; Montag'ın dönüşümündeki inandırıcılığı olması gerektiği gibi izleyiciye aktarıyor.

Erdal Beşikçioğlu, Şef Beatty rolüyle yine harikalar yaratmış. Pek çok Fahrenheit 451 uyarlamasında bu karakter hatalı bir şekilde "saf bir kötü" olarak sahneye konulurken, Beşikçioğlu, karakteri olması gerektiği gibi "derinlikli" olarak yorumlamış. Yeri geldiğinde acımasız, yeri geldiğinde yardımsever olan; her sözüyle Montag'ı diken üstünde tutan ve asla sözlerinin ardındaki gerçek niyeti bilinmeyen Beatty, Beşikçioğlu'nun performansıyla izleyicileri ürkütmeyi başarıyor. Ondan, "kötü" bir karakter olduğu için değil, kitaptaki gibi "anlaşılmaz" olduğu için ürküyoruz. 

Neslihan Aker, hikayenin geçtiği distopik dünyanın örnek vatandaşı olan Mildred Montag'ın abartılı ve uçlardaki hallerini; Ünsal Coşar ise kimi zaman babacan kimi zaman çileden çıkan; hem akıllı hem deli davranışları olan Profesör Faber'in zıtlıklarla dolu karakter geçişlerini başarıyla sahneliyorlar. Meli Bendeli de kitapta olup olmadığını tam hatırlayamadığım "Sunucu" rolüyle kısa ama çok önemli bir katkı sunuyor oyunun dünyasına. Nitekim kitapta oldukça önemli bir yeri olan, oyunda ise daha az bahsedilen bu karanlık ve distopik dünyanın içerisinde insanları adeta uyutmak için yaratılan renkli, canlı "reality show" dünyasının bir temsilcisi olarak sadece hikayeye değil, performansındaki karanlık içindeki yapay aydınlık zıtlığıyla atmosfere de büyük katkı sunuyor. 

Yazıda en çok kullandığım kelimelerden birisi "zıtlık" oldu. Nitekim kitapta, yaratılan karanlık ve distopik dünyanın "etkileyici" olmasının başlıca nedeni hem ironik hem simgesel zıtlıklardan yararlanması. Bunun en bariz örneği kuşku yok ki günümüzde Yangın söndürmekle görevli İtfaiyecilerin bu distopik dünyada kitapları yakması. Kitaptaki her bir zıtlık temasından bahsetmeyeceğim, burada değinmek istediğim oyunda bu zıtlıklara verilen önem ve sahneye ne kadar başarılı yansıdığı. Karakterlerin duruşlarından, dekora; ışık kullanımından, müziğe oyun baştan sona bu zıtlıklardan beslenerek; kitabı çok başarılı bir şekilde yorumladığını bizlere gösteriyor.

Kuşkusuz hiç bir edebiyat uyarlamasını tam anlamıyla ne sahneye ne sinemaya taşımak mümkün değil. Bu açıdan bakıldığında Tatbikat Sahnesi'nin oyununda da kitapta atılan pek çok yer var. Örneğin, Mildred aracılığıyla bu distopik dünyadaki sıradan insanların ne hale dönüştürüldüğüne dair bir fikir edinsek de, bu dünyanın geneli hakkında daha fazla detay ya bulamıyoruz ya da satır aralarından öğrenemek durumunda kalıyoruz. Ancak oyuna bir bütün olarak baktığımızda; yaratılan atmosfer, performanslar bu bahsettiğim hususu küçük bir detay haline getiriyor sadece.

Geçtiğimiz hafta 2022 yılı prömiyerini yapan ve ilk 2 gün biletleri anında tükenen Fahrenheit 451 sezon boyunca Tatbikat Sahnesi'nde olacak. İmkanı olan herkesin izlemesini tavsiye ediyorum.

Oyunun Artıları:

Harika Atmosfer
- Başarılı performanslar.
- Yaratıcı sahne, ışık, ses kullanımları
- Bir kitap uyarlaması olarak kitabın özünü başarılı bir şekilde sahneye koyabilmesi.

Oyunun Eksileri:

Dekordaki merdivenden çıkan seslerin kimi zaman oyuncu seslerini bastırması

Oyun Puanı: 9.5/10

Bu yazı oyunun 08.10.2022 tarihli gösteriminin ardından yazılmıştır. Yazıda kullanılan görseller Biletix.Com ve Tatbikat Sahnesi Sosyal Medya hesaplarından alınmıştır.

Ali Uygur Selçuk

1 Aralık 2021 Çarşamba

İzledim: Küvetteki Gelinler (Tatbikat Sahnesi)

1915 yılında İngiltere'nin meşhur Adalet Sarayı Old Baily'de olağandışı bir dava görülmekteydi. George Joseph Smith isimli adam farklı tarihlerde evlendiği 3 kadını öldürmek ile suçlanıyordu. Dava olağandışıydı zira o günlerde literatürde yeri olmayan bir seri katil ile karşı karşıyaydı İngiltere. George Joseph Smith farklı kimliklerle toplamda 8 evlilik yapmış, eşlerinin parasını çalmıştı. Evlendiği 3 kadın ise diğerleri kadar şanslı değildi zira Smith onları bir banyo küvetinde boğmuş ve miraslarını kendi üzerine geçirmişti. 

1 Temmuz 1915 tarihindeki oturumda Jürinin karar vermesi sadece 20 dakika sürdü. Smith'in evli olduğu 3 kadın, banyo küvetlerinde benzer şekilde boğulmuş, öldükten sonra mirasları ve hayat sigortasından gelen para eşleri George Joseph Smith'e geçmişti. Smith suçlu bulundu ve 1 Ağustos 1915 tarihinde asılmak suretiyle idam edildi. Dava literatüre Küvetteki Gelin Cinayetleri olarak geçti. İşlenen farklı suçlar arası benzer eylemlerde bağlantı kurulması hukuk pratiğine emsal oldu, katil George Joseph Smith yıllar sonra isimlendirilecek "Seri Katil" tanımlamasına uygun bulundu ve İngiltere'nin ilk seri katillerinden biri olarak kabul edildi. Öldürülen kadınlar Bessie Williams, Alice Smith ve Margaret Lloyd'un isimleri ise sadece dava tutanaklarında ve bir kaç gazete haberinde yer aldı sonra da unutuldu. Smith, suç ve hukuk literatüründe kendine büyük bir yer bulurken, öldürülen kadınlar Küvetteki Gelin Cinayetlerinde birer özne olmuşlardı sadece. İsimleri yoktu.

Beth Grahami, Charlie Tomlinson ve Daniela Vlaskalic tarafından kaleme alınan Küvetteki Gelinler, 1915 yılında küvette boğularak öldürülen bu 3 kadının hikayesini, tarihin hiç şans vermediği şekilde onların gözünden ve dilinden anlatıyor. Erdal Beşikçioğlu tarafından yönetilen oyunda Naz Göktan, Hazal Türesan ve Selin Zafertepe rol alıyor. Tatbikat Sahnesinin pandemi sonrasında sahneye koyduğu oyun oldukça çarpıcı, düşündürücü ve etkileyici.

Yazının bundan sonraki kısmı spoiler içerir.

Oyun metninden başlayalım. Postdramatik yapıda yazılmış metin, her anında izleyiciyi meraklandıracak şekilde kurgulanmış. Merkezine Küvetteki Gelin Cinayetlerini alsa da, anlatısını biyografik bir şekilde değil, öldürülen kadınların gözünden ve düşüncesinden yaparak daha genel ve güncel bir soruna, günümüzde hala artarak devam eden kadına karşı şiddete yöneltiyor. Bu anlamda bir nevi 20. yüzyılın başlarında işlenen bu cinayetlerin hikayesi değil, öldürülen, şiddet gören tüm kadınların hikayesi anlatılıyor. Zaten baktığımızda oyundaki 3 gelin yani Bessie Williams, Alice Smith ve Margaret Lloyd sahnede karakter olarak değil daha çok simgesel olarak konumlandırılmış durumdalar. Oyuncular sürekli olarak rol değiştirip kah katil Smith kah başka bir karakteri canlandırabiliyorlar. Biz onları izlerken öldürülen bu 3 kadını pek fazla tanımıyoruz. Tanımamız da gerekmiyor. Zira metin bu haliyle, küvetteki gelinler aracılığıyla öldürülen tüm kadınların sesi oluyor bir nevi.

Yer yer grotesk öğelerin yer aldığı metin, izleyiciyi bir an sarsarken başka bir an güldürmeye korkmuyor. Bu inişli çıkışlı tempo izleyiciyi derinden etkilerken, sahnede görünen gerçeğin sahnenin ötesinde hemen yanı başımızda olduğunu başarıyla hissettiriyor. Bessie, Alice, Margaret ya da Ayşe, Fatma, Zeynep. Sahnede olduğu gibi hayatta da bu gerçeği yaşıyor. Umutları, düşünceleri, yaşanmamışlıklarıyla gülmek isteyen kadınlar ve onlara engel olan erkekler. Gelinler, ancak öldükten sonra, gerçek üstü bir yerde kendileri olabiliyor ve başka kadınların başına aynı şeyler gelmemesi için gür sesleriyle izleyiciye bağırıyorlar.

Yukarıda bahsettiğim gibi karakterlerin, biyografik olarak bir derinlikleri yok. Zaten metin de oyun da izleyiciye bunu vermek istemiyor. Pantolon giyemeyen, Oy Kullanamayan ve pek çok yasakla baskılanan 20. Yüzyıl kadını, aradan geçen yüzyıla, yeni bir çağa rağmen baskılanmaya, hapsedilmeye ve toplumsal cinsiyet rollerini yaşamaya mahkum ediliyor. Bu da 100 yıl önce ya da bugün kadınların katil George Joseph Smith gibileri ile yollarının kesişmesine ve benzer bir yazgıyı yaşamalarına neden oluyor.

Oyun en başından itibaren kadınların başına gelen bu vahşeti izleyicinin suratına haykırırken, simgesel bağlamda sahnedeki bu kadınların iç dünyasını, neşelerini, mutluluklarını da bizlere aktararak finalini bir tokat gibi vuruyor. Mesaj ile kör göze parmak yapılmıyor, aksine izleyiciden satır aralarını, gülünç ile trajik olanı birleştirmesi, sorgulaması, düşünmesi isteniyor.

Bu haliyle metin kadar, oyunun sahnelenmesi ve oyunculuklar da çok başarılı. Oyunun sahnelenmesinde izleyiciyi kırmızı ışık ile aydınlatılmış büyük bir ağaç ve önünde 3 küvet karşılıyor. Küvetler, tiyatroda görmeye pek alışık olmadığımız şekilde su ile dolu ve su oyun anlatısının önemli bir parçası. Sahnede oyuncular başlarını suyun altına sokarken sadece boğulurmuş gibi yapmıyor, gerçekten nefessiz kalarak boğulma gerçeğini izleyicinin yüzüne vuruyor. Hayatın kaynaklarından birisi olan su, bu 3 kadının hikayesinde bir öldürme aracı. Bu karşıtlık ürkütücü. İşte sahnede gerçek su kullanılmasının önemi de burada ortaya çıkıyor. Bu ürkütücülüğü iliklerimize kadar hissediyoruz, boğulmuş gibi yapan oyuncuları değil, gerçekten boğulan kadınları görüyoruz. Su ile dolu bir küvette hem oyunculuk anlamında hem sahneleme anlamında çalışmanın zorluğu bir gerçek ve oyun bunun altından başarıyla kalkmış durumda. 

Oyunun önemli bir bölümü de gelinlerin farklı karakterlere büründükleri bölümler. Bu noktalarda izleyici adına tam bir yabancılaşma gerçekleştirilirken, seslerini kalınlaştırarak oldukça başarılı, karikaritüze erkek taklidi yapan gelinlerin bu sahnelerinde izleyicinin gülmesi belki de oyunun tam olarak anlatmak istediği şey ile örtüşüyor. Nitekim oyunun hemen başında, farklı şekilde katledilen kadınlara atıfta bulunan, kendilerinin de boğularak öldürüldüğünü söyleyen gelinlerin kaderi izleyici açısından bilinirken, katil George Joseph Smith'in taklit edildiği sahnelerde, bu taklide gülünmesi, sadece sahnede değil hayatta yaşanan yabancılaşmayı gösteriyor ve dikkatli izleyici güzel bir dille uyarıyor: "Biz öldürülen 3 kadının hikayesini izlerken, onları öldüren adamın taklidine neden güldük?"

Yer yer dördüncü duvarı yıkan replikleriyle, yer yer kullanılan müzikleriyle, kimi zaman söylenen şarkılarıyla oyun bu baş döndürücü tempoda salondan ayrılan herkesin içine bu düşünce kıvılcımlarını başarıyla yerleştiriyor. Erdal Beşikçioğlu bu bağlamda cesur bir reji tercihi yaparak izleyiciyi güldürmekten korkmuyor. Zira sahnede gülen izleyici, yukarıda da belirttiğim gibi oyun bittikten sonra salondan ayrılırken güldüğü yerlere mahcubiyet duymaya başlıyor.

Son olarak oyunculuklara değinelim. Oyunda kullanılan dekor ve reji, oyuncuların oyunun büyük bölümünü su içinde, kimi zaman art arda, kimi zaman ise uzun süre başlarını suya sokmaları gibi sahnede oldukça yüksek enerji getiren hareketler yapmasını gerektiriyor. Oyuncular buna rağmen, küvetin içinde veya dışında enerjilerinden hiç bir şey kaybetmeyerek, kah yapışan kıyafetler, kah dağılan saçlar gibi sahnede dikkat dağıtabilecek unsurlara rağmen performanslarını çok başarılı bir şekilde gerçekleştiriyorlar.

Gelin olarak veya başkalarının yansılandığı sahnelerde komedi ve dram dozu hem oyunda hem oyunculuklarda o kadar iyi ayarlanmış ki, oyundan çıktıktan sonra saatlerce bu gel gitli tempoyu sindirmem, oyunun satır aralarını düşünmeyi beklemem gerekti. 65 dakika süren bu oyunda, hiç aralıksız, neredeyse her an her karakterin konuştuğu, sürekli devinim halinde olduğu ve dahası fiziksel olarak oyunculukları oldukça zorlayacak şartlar olmasına rağmen düşmeyen performanslar büyük bir alkışı hak ediyor.

Oyunun Artıları:

- Güçlü metin ve olağandışı hikaye anlatısı.
- Çarpıcı sahneleme.
- Dekor ve atmosfer. Küvet ile Suyun oyuna entegre edilişi.
Naz Göktan, Hazal Türesan ve Selin Zafertepe'nin performansları.

Oyunun Eksileri:

- Bazı yansılama sahnelerinde taklit öğesinin bir "tık" abartılması.
- Bazı müzik sahnelerinde, diyalogların duyulmaması.

Oyun Puanı: 9.5/10

Künye:

Yazan: Beth Graham, Charlie Tomlinson, Daniela Vlaskalic
Çeviren: Beliz Coşar
Yöneten: Erdal Beşikçioğlu
Yönetmen Yardımcısı: Fatih Sönmez
Koreografi: Evrim Akyay
Işık Tasarım: Yakup Çartık
Dekor Tasarım: Barış Dinçel
Kostüm: Tasarım Alisse Nuera
Afiş Tasarım: Hande Şiri
Fotoğraf: Murat Muratal
Oyuncular: Hazal Türesan, Selin Zafertepe, Naz Göktan

Yazıda kullanılan görseller Biletix.Com ve Tatbikat Sahnesi Sosyal Medya hesaplarından alınmıştır.

9 Mart 2021 Salı

İzledim: Sophie ve Ben

Sophie Scholl

Geçen yıl pandemi süreci başladığında Ebru (Tartıcı Borchers) harıl harıl Almanca oyunları Türkçeye çevirmekle meşguldü. Ben de baskısı olmayan oyunlara ayrı bir ilgi duyduğumdan hem kişisel arşivime katmak hem de bu oyunları okumak amacıyla bekleme sırasına ilk girenlerden biriydim. Ebru bir süre sonra çevirisini tamamladığı bir kaç oyunu yolladı. Göndereceği oyunlar içerisinde bir tanesini heyecanla bekliyordum: Sophie ve Ben. Bu heyecanımın en önemli sebebi Sophie Scholl'ün hikayesinin bende derin izler bırakması ve o günlerde aklımda onun hayatını anlatan bir oyun yazma fikri oluşu vardı. Ancak bir kaç İngilizce kaynak dışında hemen hemen tüm kaynaklar Almancaydı. Bu da bende oyunun hakkını verememek korkusu yaratıyordu ve aklımdaki projeyi sürekli erteliyordum. Şimdi ise Sophie Scholl'ün hayatını bir Alman yazarın kaleminden çok farklı bir kurgu ile anlatan bir oyunu okuma şansı edinmiştim. Hem de bu oyun sadece Sophie Scholl'ün hayatına odaklanmıyor, gerçek hayatta hiç karşılaşmamış, tanışmamış Hitler'in kişisel sekreteri Traudl Junge ile Sophie Scholl'ü bir araya getirerek 2. Dünya Savaşında yaşanan vahşete farklı bir pencereden bakma fırsatını veriyordu.

Oyunu bir çırpıda okudum ve oldukça beğendim. Oyunun yazarı Ursula Kohlert sadece 2. Dünya Savaşı esnasında Nazilere çalışan Traudl Junge ile Nazi Karşıtı  Sophie Scholl'ün hikayesini anlatmıyor, savaşın vahşeti, bu vahşetin bireyler üzerindeki yıkımı üzerine de günümüzde geçerliliğini koruyan mesajlar veriyordu. Ebru da çevirinin altından hakkıyla kalkmış dilimize çok başarılı bir eser kazandırmıştı. O günlerde oyun hakkında biraz daha konuştuk ve sonrasında kendi işlerimize yoğunlaştık. 

Traudl Junge

Aradan yaklaşık 1 yıl geçti ve oyunun Türkiye'de sahneleneceğini öğrendim. Bu hem çevirisi sahnelenecek Ebru için hem de takıntılı derecede 2. Dünya Savaşı filmlerini, oyunlarını izlemeyi seven benim için çok güzel bir haberdi. Ortadaki tek sorun pandemi gerçeği nedeniyle oyunun fiziken sahnelenmesinin pek mümkün görünmemesiydi. Bu oyun için fiziksel bir gösterim daha önce planlandı mı bilmiyorum ancak, pandemi şartları nedeniyle oyun prömiyerini 5 Mart 2021 tarihinde Goethe Enstitüsü Ankara Facebook sayfasından canlı yayınla gerçekleştirdi. 

Pandemi süreciyle birlikte hayatımıza giren tartışmalardan birisi, online tiyatro gösterimlerinin tiyatro olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı hususu. Ben bu taşın altına girmeyeceğim, bu konuda kesin çizgilerle bir şey söylemenin de doğru olduğunu düşünmüyorum. Zorunluluktan dolayı online sahnelenmek zorunda kalan oyunlara ister tiyatro ister dijital performans diyelim tanımların pek önemli olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenle de oyun hakkında görüşlerimi bildirirken belli bir tanımlamayla kendimi sınırlandırmak istemiyorum.

Sophie ve Ben

Yönetmenliğini Kadri Özcan'ın üstlendiği, Yapımı Tiyatro Libra'ya ait olan ve 4 sahneden oluşan oyun, Sophie ve Traudl'ın bir Nazi gençlik kampında tanışmaları ile başlıyor. Gerçek hayatta hiç bir zaman yaşanmamış bu karşılaşma, oyun dünyasında kurulacak ikili kurgunun da başlangıcını oluşturuyor. Bu kurgu ileride savaşa karşı farklı bakış açılarında olacak ve konumlanacak olan bu 2 kadının hayatları ekseninden savaşın acımasızlığını yüzümüze çarpıcı şekilde vuracak.

Önce karakterlerin çocuk denebilecek yaştaki hallerini, geleceğe dair hayallerini ve düşüncelerini görüyoruz. Bu noktada oyun süresi boyunca kimi zaman gerçek kimi zaman kurgusal olarak karakterlerin geçireceği dönüşümün tohumları atılmış oluyor. 2 masum insanın, 2 masum çocuğun hayallerinin, umutlarının ileride nasıl yıkılacağını biliyoruz. Daha ilk andan itibaren Sophie biraz daha olgun, Traudl ise biraz daha çocuksu. İlk sahnenin oyun içerisinde yarattığı en büyük tehlike karakterlerin çocuk yaştaki hallerinin verilmesi sebebiyle kimi zaman oyunculukların yapay gözükmesi. Ancak oyunun devamında özellikle karakterler 20'li yaşlarına gelince Senem Topkaya Sophie rolü ile, Öykü Dağdeviren Traudl rolü ile çok başarılı bir performans sergiliyor. Özellikle oyunun final sahnesinde oyunculuk performansları zirveye ulaşıyor ve tüyleri diken diken eden bir final ile bizleri uğurluyor.

Bundan sonra karşımıza çıkan her sahnede belirli bir zaman atlaması yaşanıyor ve karakterlerin savaş dönemi içerisinde neler yaşadığını, savaşın yıkıcı etkisinin cepheden onlarca kilometre uzakta olmalarına rağmen nasıl hissettiklerini görüyoruz. Bu zaman atlamaları savaşta Nazilerin başarıdan çöküşe gitmeleri gibi karakterlerin hayatlarında da önemli dönüm noktalarını bize sunuyor. Dansçı olmak isteyen Traudl'ın hayallerinin savaş nedeniyle nasıl yıkıldığına, Nazi karşıtı Sophie'nin sadece bildiri dağıtarak giriştiği umutsuz başkaldırının acımasız sonuçlarına şahit oluyoruz. 

Sophie ve Ben

Aynı yaşta, çok sayıda benzerlikleri olan bu 2 kadının hayatı gerçek hayatta çok zıt bir yol ayrımına maruz kalsa da oyun kurgusu içerisinde özellikle son sahnede çok başarılı bir şekilde birleşiyor. Traudl, Hitler'in sekreteri olarak Sophie ve onun gibi milyonlarcasının başına gelenlerden doğrudan sorumlu olmamasına rağmen, Hitler'i, Naziler'i hiç bir zaman sorgulamadığı, onlara koşulsuz inandığı için yaşananlardaki sorumluluğunu fark ediyor. Bu final ile birlikte oyun Sophie ve Traudl'un hikayesinden daha evrensel bir noktaya, düşünen bireyin, itaatkar birey karşısındaki konumuna odaklanmış oluyor.

"Bir gün, duvarda Sophie Scholl'un anısının bulunduğu Franz-Joseph Straße'deki bir tabeladan geçiyordum. Onunla aynı yıl doğduğumu ve Hitler'in hizmetine girdiğim yıl idam edildiğini gördüm. Ve o anda, çok genç olmamın gerçekten bir bahanesi olmadığını fark ettim. Belki bir şeyler öğrenmeye çalışabilirdim" Traudl Junge

Oyunun Artıları:

- Senem Topkaya ve Öykü Dağdeviren yetenekli 2 genç oyuncu olarak çok başarılı bir performans ortaya koyuyor. Bilhassa oyunun finalinde performansları çok başarılı.

- Oyunun dekoru her bir sahnede farklı amaca hizmet ediyor ve kolay değiştirilebilir yapısıyla 4 farklı mekanda geçen oyuna bütünlük kazandırıyor. İlk sahnede Swatzika olan bu dekor parçaları bir sonraki sahne kıyafet değiştirme kabinine sonraki sahne bavula son sahne ise savaş yıkıntılarına dönüşüyor.

- Sahne geçişlerinde kullanılan ve dekora yansıtılan gerçek savaş görüntüleri, sahneler arasındaki zaman atlamalarını başarılı bir şekilde anlatıyor.

- Güçlü Hikaye.

Oyunun Eksileri:

- Kimi zaman müzik sesi oyuncuların konuşmasının önüne geçiyor.

- İlk sahnede karakterlerin çocuk hallerinin yansıtılması kimi yerlerde "yapay" duruyor.

Oyun Puanı: ****

Künye:

Yazar: Ursula Kohlert 
Çeviri: Ebru Tartıcı Borchers
Yönetmen: Kadri Özcan
Yönetmen Yard.: Eda Ateş
Koreografi: Deniz Alp
Oyuncular: Öykü Dağdeviren - Senem Topkaya
Dekor: Selim Cinisli
Kostüm: Fatma Sarıkurt
Işık: Zekai Göksu
Projeksiyon: Ümit Sert
Yapım: Tiyatro Libra

Oyun görselleri Öykü Dağdeviren Instagram sayfasından alınmıştır.

21 Şubat 2021 Pazar

Kadıköy BOA Sahne "Kısalar" Başlıyor

Kadıköy BOA Sahne Tarafından düzenlenen ve "Sanat Her Yerde" sloganıyla ortaya çıkan kısa oyunlar seçkisi 24 Şubat 2021 tarihi itibariyle başlıyor. Seçkide yer alan oyunların gösterimi online olarak yapılacak ve izleyicilere ulaşacak. Kadıköy BOA Sahne'ye destek olmak isteyen izleyiciler ise farklı bilet türlerinden seçerek sadece oyunları izleme imkanı değil Tiyatroya da destek olma şansı bulunacak. Yerli yazarların proje kapsamında kaleme aldıkları metinler ilk kez izleyicilerle buluşmuş olacak. Daha ayrıntılı bilgiye ve oyun biletlerine https://www.kadikoyboasahne.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Seçki kapsamında yer alacak oyunların tarihleri ve künyeleri ise şu şekilde:

#HEŞTEG - 24-25-26 Şubat 2021, 8 Mart 2021:


YAZAN: Ebru Nihan Celkan
YÖNETEN: Berfin Zenderlioğlu
OYNAYANLAR: Cemal Toktaş, Nergis Öztürk ASİSTAN: Orkun C. İzan
ÖZET: Bir kadın ve bir aile süpermarkette karşılaşırlar…
SÜRE: 12:49

Her Şeyin Her Şeyle Bir İlgisi Varmış Gibi Geliyor - 27-28 Şubat 2021, 1 Mart 2021:


YAZAN: Emre Yüksel 
YÖNETEN: Kayhan Berkin 
OYNAYANLAR: Erdem Kaynarca, Melis İşiten 
ASİSTAN: Dilara Melami 
ÖZET: Kişisel tarihimizin yaşadığımız yerin tarihiyle bir ilgisi olabilir mi? Bir futbol maçı ya da bir yaz tatili hayatımızı ne kadar değiştirebilir? Her şeyin her şeyle bir ilgisi varmış gibi geliyor… 
SÜRE: 14:29

LAN! - 2-3-4 Mart 2021:




YAZAN-YÖNETEN: Murat Mahmutyazıcıoğlu 
OYNAYAN: Görkem Kasal 
ASİSTAN: N. Ecem Kocatepe 
ÖZET: Ferhat tutunduğu her şeyin yok olma kabusuyla uyanır ve ertesi sabah hatırlamak istemediği bir gece geçirir… Kısa ama acılı, komik ama kahkahasız bir gece… 
SÜRE: 10:29

Sarmal - 5-6-7 Mart 2021:



YAZAN: Meltem Yılmazkaya 
YÖNETEN: Berfin Zenderlioğlu 
OYNAYANLAR: Meltem Yılmazkaya, Serkan Altıntaş 
ASİSTAN: Bengisu İspir 
ÖZET: Evlilik iki insan arasındaki sözleşme. Bazılarımız zamanla kuralları tek tek iptal ettik. Aşk yerini alışkanlığa bıraktı. Pandemi dönemiyle birlikte, evde daha çok zaman geçirmek zorunda kalan çiftin yüzleşmesini konu ediyor “Sarmal”.

Neme Lazım - 9-10-11 Mart 2021:


YAZAN: Alper Kurbaloğlu 
YÖNETEN: Murat Mahmutyazıcıoğlu 
OYNAYAN: Gökhan Gürün ASİSTAN: N. Eda Kavak 
ÖZET: Taksim’den Şişli’ye tekinsiz sokakların ve saatlerin sahibi Samir, bir gün gergin, çoşkulu, bol kavgalı bir takibe girişir… 
SÜRE: 17:14

Proje Künyesi:
Proje Tasarım: Murat Mahmutyazıcıoğlu 
Proje Danışmanı: Kayhan Berkin 
Proje Yapımcı: Gökhan Gürün 
Proje Koordinatörü: Cansu Canaslan 
Proje Sorumlusu: Kerim Urun 
Sahne & Kostüm Tasarım: Meltem Çakmak 
Kreatif Direktör: Alper Kurbaloğlu 
Ses Tasarım: Barış Hamarat 
Işık Tasarım: Osman Onur Can 
Oyun ve Prova Fotoğrafları: Aydan Çınar 
Çeviri: Senem Cevher, Necati Efe Dadak 
Proje Sanat Yönetmeni: Aytekin Atabey

Görseller ve bilgiler http://www.kadikoyboasahne.com/ adresinden alınmıştır.

8 Ocak 2021 Cuma

MELODRAM EKSENINDE NAMIK KEMAL’IN GÜLNIHAL OYUNU ÜZERINE DÜŞÜNCELER

1)   Namık Kemal ve Yazarlığının Dönemin Siyasi Arka Planına Etkisi:

1840 yılında Tekirdağ’da doğan Namık Kemal, Tanzimat döneminin en önemli yazarlarından birisi, belki de en önemli ismi olarak kabul edilmektedir. Bu kabuldeki en önemli etken Namık Kemal’in ilk edebi roman İntibahı ve sahnelenen ilk tiyatro eseri olan Vatan yahut Silistre’yi kaleme alması, eserlerinde vatanperverlik, hürriyet gibi kavramlara yer vererek dönemin siyasi gündemini etkilemesi, yapıtlarıyla haklı bilinçlendirmesi ve farkındalık yaratmasıdır.

Tanzimat dönemi, Osmanlı Tarihi içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu dönemde gerçekleşen batılılaşma hareketleri siyasetten sanata pek çok kurumu etkilemiş dolayısıyla izlerini tiyatro üzerinde de bırakmış, bu dönemde batı etkisinde pek çok oyun kaleme alınmış ve sahnelenmiştir. Bu dönemdeki yapıtları salt birer edebi eser olarak nitelendirmek doğru olmayacaktır. Nitekim, Tanzimat döneminin önemi; Osmanlı Aydınları arasında giderek artan vatan, hürriyet, medeni haklar, insan hakları, hatta siyasi eleştiri gibi konuların edebi eserlerde yer alması ve bunların halka aktarılmasıdır.

Okur yazar oranının düşük olduğu, mutlak bir monarşinin hakimiyet sürdüğü Osmanlı İmparatorluğunda hiç kuşku yok ki medeni haklar, demokrasi, hürriyet gibi kavramların bu denli sesli bir şekilde dile getirmesi hem siyasal hem de toplumsal birçok değişikliğin öncüsü olmuş hatta bu dönemde temeli atılan kimi fikirler İstiklal Savaşında ve Cumhuriyetin kurulmasında önemli rol oynamıştır.

Namık Kemal’in bu dönem içerisindeki önemi sadece ilk edebi roman veya sahnelenen ilk tiyatro oyunun yazarı olmasından ötedir. Namık Kemal, Türkiye’de insan haklarından ve parlamenter sistemden bahseden ilk kişi değildi; fakat bunlar arasında bağlantı kuran ve hürriyet ile kanuna dayalı demokrasi üzerine fikirlerini açıkça ortaya koyan ilk kişi idi. Namık Kemal’in daha çocukluk yıllarında ruhunda yer etmiş olan hak ve hürriyet duygusu, bilhassa 18.yy. Fransız İhtilali’nin ortaya koyduğu hürriyet, eşitlik, adalet gibi fikirlerle bütünleşmiş ve bir ideal derecesine varmıştır.[1]

Edebi eserlerin halk üzerindeki etkileri, dolayısıyla dönemin siyasal yapısıyla olan ilişkisine dair en önemli olaylardan birisi bu dönemde yaşanan Vatan olayıdır. 1873’de meydana gelen Vatan olayı belki de Osmanlı Siyasal tarihinde siyasi otoriteye karşı, halkın politik ve özgür düşüncelerle gerçekleştirdiği ilk toplu protesto olarak adlandırılabilir. Vatan yahut Silistre oyunu ilk kez 1 Nisan 1873’te temsil edilmiştir. Oyunda sık sık geçen “Yaşasın Vatan!” seslerine seyirciler de katılmış, Namık Kemal alkışlar arasında sahneye çıkarılmış, Halk yazarı tiyatrodan çıkarken uğurlamış, “Yaşasın Kemal, yaşasın millet!” diye bağırdıkları gibi ayrıca “Muradımız budur, Allah muradımızı versin!” sözleriyle özgürlükten yana olduklarını, Abdülaziz yerine veliaht Murad’ı istediklerini Murat sözcüğüyle anıştırmışlardır. [2] Yaşanan bu olayın ardından gerçekleşen çeşitli tutuklamalar ile birlikte Namık Kemal de sürgüne gönderilmiştir.

Vatan olayı bir tiyatro eserinin halk üzerinde gerçekleştirebileceği etkiye önemli bir gösterge teşkil eder. Özellikle bu dönemde Osmanlı Aydınları arasında dahi Tiyatro kültürünün gelişmemiş olduğu, sahnelenen oyunlarının birçoğunun batıdaki muadillerinden çok geride kaldığı ve Padişah’ın sadece hükümdar değil aynı zamanda İslam dininin halifesi olduğu da düşünülürse, bu oyunun halk üzerinde yarattığı coşku; kutsal ve mutlak kabul edilen Padişah’a karşı ses yükseltilebilmesine olanak tanıması oldukça önemlidir.

Tanzimat dönemi yazarlarının yapıtlarına baktığımız zaman başta Melodram türünün yazarlar üzerinde büyük bir etki bıraktığı görülmektedir.

2)   Melodram Türü ve Tanzimat Tiyatrosunda Melodram:

Melodram türünün doğuşunda Romantizm akımı ve 1789 Fransız Devriminin etkisi büyüktür. Melodramda bireysellik düşüncesi hakimdir. Devrim dönemi Fransa’sı susturulmuş bedeni konuşkan hale getirmenin en radikal biçemini melodramda bulmuştur. Melodram bir devrim sanatıdır gerçekten de. Devrimin kitlelere hızla ulaşması gereken dönemlerde, sözünü doğrudan söyleyen, iyisi kötüsü kolayca birbirinden ayrılan, mesajını karmaşıklaştırabilecek her tür ayrıntıyı titizlikle dışarıda bırakan melodram türü, her devrim sonrasında değişen sınıfsal dengelerin yarattığı belirsizlik ve huzursuzluk ortamını “yeni gelenleri” hızla eğiterek bertaraf etmeyi hedefler. [3]

Melodramlar kendi içinde üç tipe ayrılabilmektedir: Sonu kötü bitişiyle tragedyaya yaklaşan “yenilgi Melodramı”, iyilerin ödüllendirilip kötülerin cezalandırıldığı, iyi sonla biten “yengi Melodramı”; belli bir toplumsal sorun üstünde tartışma yaratarak, adalet duygusunu kabartmaya ya da öfke yaratmaya yönelik “başkaldırı Melodramı”. [4]

Melodram türünün en temel özellikleri şu şekildedir:

Melodramda oyun kişileri sıradandır ve karakterleri derin değildir. Bu karakterler tek bir kişilik yapısına sahiptir. İyiler iyi, kötülerse kötüdür. Bu karakterlerin neden iyi, neden kötü olduğuna dair bir arka plan hikayesi izleyiciye sunulmaz. Oyun kişileri birer kalıptırlar. Dramatik gelişim içinde hiçbir değişikliğe uğramazlar; başta neyseler sonda da öyledirler. Bütün bu kişilerin değerleri ve nitelikleri önceden saptanmıştır. İyiler oyunun sonunda da iyidirler ve hatasızdırlar; kötüler ise yine kötü. [5]

Oyunlarda karşıtlıklar çok önemlidir. Bu karşıtlıkların başında iyiyle kötünün çatışması gelir. Oyun sonunda kötüler cezalandırılır, kimi zaman ise iyiler ödüllendirilir. Bu karşıtlıklar seyircinin oyundan ahlaki bir ders almasını sağlar ve amaçlar. Oyunların sonunda iyi karakter ödüllendirilmese bile kötü karakter cezalandırıldığı ve kaybettiği için kazanan erdem olur. Yaşanan karşıtlıklar sadece iyiyle kötünün çatışmasıyla sınırlı kalmaz.

Melodram oyunlarında genellikle sade bir dil kullanır. Bu bağlamda okuma yazma bilmeyen insanların anlayabileceği niteliktedir ve bir nevi kitle sanatı olma görevi üstlenir. Türün öncüsü olarak kabul edilen Pixerecourt yaptığı işi şu sözlerle savunmuştur: “Okuma bilmeyen kimseler için yazıyorum” [6]

Abartı öğesi melodram oyunlarına hakimdir. Abartı, izleyicinin duygularını harekete geçirmek için kullanılır ve oyunculuklar, müzik kullanımı, dekor ile pekiştirilir. Bu abartı karakter yapılarında da görülür. İyi karakterler gerçekte olamayacak kadar iyi, kötü karakterlerse gerçekte olamayacak kadar kötüdür.

Melodramda iyi karakter genelde edilgendir ve bir eylemsizlik içerisindedir. Bu eylemsizlik ile izleyicinin iyi karaktere acıması, kötü karaktere duyduğu öfkenin artması amaçlanır. İyi karakter bu eylemsizliği içerisinde adeta bir bekleyiş ve çaresizlik içindedir. Bu bekleyişte acı çeker. Oyunlardaki çözüm genellikle tesadüfi olarak gerçekleşir.

Kötü karakter, kötülüğünü ve yapacaklarını sürekli vurgular. Bu şekilde izleyici üzerinde etki bırakır. Kötü karakter oyun ilerleyişi boyunca iyi karakterin peşindedir ve onu alt etmek için planlar kurar.

Melodramda kadınlar önemli bir yer tutar. Kadınlar bu tür oyunlarda karar verici ya da çözüme ulaşılmasında önemli bir yere sahiptir.

Duygular ve düşünceler sahnede açık bir şekilde dile getirilir ya da gösterilir.

Melodramda kurguyla gerçeklik ayrımı ortadan kaldırılmaya, seyircinin sahnede olanları gerçek sanması, heyecanlanması, ders çıkarması beklenir.

Melodram türü Tanzimat dönemi yazarlarınca fazlaca benimsenmiştir. Bunun başlıca sebeplerinden birisi türün içeriğinin anlatmak istediklerine uygun olması dahası okur yazar oranı düşük olan halkta karşılık bulma oranının yüksek olacak olmasıdır. Yine türün yapısı itibariyle izleyicide yaratılacak coşkun duygular ve erdemin zaferi de bu türün Tanzimat Dönemi yazarlarınca benimsenmesinde önemli pay sahibi olmuştur. Tür Yazarlarca çokça benimsenmiş olmasına rağmen, melodram bu yazarlarca bir alt tür olarak görmüş, yazarlar kendilerini melodram yazarı olarak adlandırmamış ve yazdıkları oyunları farklı isimlerle adlandırmıştır. Bu farklı isimlerle adlandırılan oyunların pek çoğunda melodram etkisi görülmektedir.

Namık Kemal romantizm ile ilgili düşüncelerini Celaleddin Harzemşah oyunundaki ön sözünde belirtmiştir. Bu yazı Türk tiyatro düşüncesinin oluşmasında ilk önemli adımdır. Namık Kemal, günün siyasal ortamının etkisi altında, coşkulu bir sanat anlayışını benimsemekte; edebiyatı, ulusallık bilincinin gelişmesinde, özgürlük savaşımında, heyecanların coşturulmasında etkin bir araç olarak değerlendirmektedir. [7] Hiç kuşku yok ki Namık Kemal’in bu yazıda dile getirdiği düşünceleri yazıyı kaleme almadan önceki eserlerinde açıkça görülmektedir. Gülnihal bu eserlerden birisidir ve Melodram türünün önemli yapıtları arasında kabul edilir.

3)   Gülnihal ve Melodram Etkileri:

Gülnihal, Namık Kemal’in ikinci tiyatro eseridir. Eserin asıl adı Raz-ı Dil (Gönüldeki Sır). Ancak bu ad sansür kurulunca Gülnihal’e çevrilmiştir. Gülnihal’in sahnelenmesi ve yayımlanması birtakım badirelerden sonra gerçekleşmiştir. [8]

Oyunda bir Sancak beyi olan Kaplan Paşa ile Muhtar Bey arasındaki çatışmayı görürüz. Kaplan Paşa halka kan kusturan bir yöneticidir ve halk onun artık gitmesini istemekte ancak kendi başlarına hiçbir şey yapamamaktadır. Muhtar Bey ise Kaplan Paşa’nın akrabası olmasına rağmen yaptıklarıyla halk tarafından çok sevilen bir isimdir. Halk Muhtar Bey’in arkasında birleşerek Kaplan Paşa’nın bu kanlı saltanatına son vermek ister. Muhtar Bey halkın ve sancağın ileri gelenlerin desteği olmasına rağmen bu görevi ancak padişahtan icazet alarak gerçekleştirir. Kaplan Paşa oyun süresince nefret ettiği Muhtar Bey’e eziyet çektirmek için onun sevdalısı İsmet Hanım’a talip olur ve onunla evlenmek ister ve ona psikolojik bir eziyet çektirir. Bu süreçte İsmet Hanım’ın, Muhtar Bey’e zarar gelmemesi için Kaplan Paşa ile rızası dışında nişanlanması ya da Muhtar Bey tarafından bu şekilde algılanması oyundaki bir başka çatışmayı oluşturur.

Namık Kemal bu oyununda açıkça bir sistem eleştirisi getirmiş, halkın çözümde önemli bir yere sahip olacağını belirtmiştir. Ancak Namık Kemal tarafından getirilen sistem eleştirisi doğrudan Padişaha yönelik değil, kötülüğü ile nam salmış bir yönetim imgesine karşıdır. Oyunda Muhtar Bey’in, Padişah’tan icazet alması bunun göstergesidir. Kaplan Bey ile yozlaşan, görevini suiistimal eden bürokratlar eleştirilmiş ve onların üstesinden halkın gelebileceği mesajı verilmiştir. 

Gülnihal oyununda pek çok melodramatik özellik görülmektedir. Öncelikle oyun, Fransız Melodramlarında olduğu gibi kadınların arasında, kamuya yasak olan bir alan olan kadının odasında başlar. Bu sahnede İsmet Hanımın arzuları ve aşkı izleyiciye doğrudan aktarılır. Gülnihal’in dadı olmadan önce aslında bir Bey kızı olduğunun izleyiciye aktarılması, Zülfikar karakterinin Kaplan Bey’e sadık biriymiş gibi gösterilip aslında Muhtar Bey’in arkasında olması gibi görüntünün aldatıcı olmasına dair melodram unsurları bulunmaktadır.

Melodram karakterlerinin iyi-kötü şeklinde keskin sınırlarla ayrılması ve çatışması Gülnihal oyununda da görülür. Kaplan Paşa oyundaki mutlak kötü kişidir. Sürekli olarak kötülüğüne vurgu yapar, İsmet Hanım, Gülnihal ve Muhtar Bey hakkında yapacağı planları yüksek sesle izleyiciye karşı dillendirir. Bu şekilde izleyici üzerinde oluşacak duygu yoğunluğu artar.

Muhtar Bey, Gülnihal ve İsmet Hanım iyi ve erdemli karakterlerdir. Bu karakterlerde hiçbir koşulda izleyicide kötü bir imge uyandıracak derinlik ya da anlam yoktur. İzleyici bu karakterlere karşı empati kurar, onlara sempati besler. İsmet Hanım’ın, Muhtar Bey’e zarar gelmemesi için Gülnihal’in planı ile Kaplan Paşa’ya karşı oyun oynamaları ve evlenme teklifini kabul etmeleri ile bu olayın gerçek yüzünü bilmeyen Muhtar Bey’de bir üzüntü yaratsa da izleyici İsmet Hanım’ın yaptığı fedakarlığı ve bu fedakarlığı neden yaptığının farkındadır. Nitekim er ya da geç Muhtar Bey de bu fedakarlığı öğrenecek ve bu ikili mutlu bir sona kavuşacaktır.

Bu karakterler yine melodramatik yapıya uygun olarak sadece iyi veya sadece kötüdür. Burada Gülnihal karakteri bir istisna oluşturabilir. Nitekim Gülnihal karakterinin geçmişine dair oyunda ayrıntılı bilgi verilmiş, hikayesi anlatılmıştır. Belki de bu sebepten ötürü, Metin And bu oyunu melodrama olarak değil Romantik Drama olarak nitelemiştir. Metin And, Melodramalar ile Romantik Dramaları çok yakın türler olarak sınıflandırmış ancak, Melodramalardı kişilerin tiplerinin önceden belirli ve sınırlı olduğunu belirtmiştir.[9]

Muhtar Bey, İsmet Hanım ve Kaplan Paşa önceden belirlenmiş kalıplara uygundur. Gülnihal karakteri bu özellikleri tam olarak taşımaz. Çünkü içinde barındırdığı iyiliği, geçmişinde yaşadığı olaylar ile bir nedensellik zeminine kavuşturur hatta geçmişinde yaşadığı olaylar yer yer bir iç çatışmaya dönüşür. O geçmişte de iyi biridir ancak yaşadığı olaylar, İsmet Hanım ile ilişkisi izleyici gözünde artık daha farklı olacaktır. İzleyici ona koruyucu ve kollayıcı birisi olarak bakacak, annesini kaybeden İsmet Hanım ile çocuğu olmayan Gülnihal arasında bir ana-evlat ilişkisi iyilik ekseninde kurulacaktır. Zaten oyunun sonunda da İsmet Hanım, Gülnihal’e yönelik “Anneciğim” demektedir.

Gülnihal erdemli ve iyi bir karakter olarak fedakârlık yapan bir başka karakterdir. Yıllar önce kocasını kaybetmiş ve hala onun sevdasını taşıyan Gülnihal, Muhtar Bey ve İsmet Hanım’ı kurtarmak için kendisine sevdalı olan Zülfikar Ağa’ya bir evlilik sözü verir. Burada Gülnihal, Zülfikar’ı kandırmamakta aksine Zülfikar’dan hiçbir gerçeği saklamayarak kendisini her koşulda kabul edecek bu karakterle istemediği bir evliliği İsmet Hanım ve Muhtar Bey’in geleceği için yapacaktır.

Melodramlarda karşıtlıklar ve çatışmaların önemli yer tutması Gülnihal’de de kendine yer bulur. Oyun, geneli itibariyle dürüstlük/fedakârlık – bencillik/zalimlik kavramları arasındaki tezat ve gerilim üzerine kuruludur. Bu kavramlardan ilkinin temsilcisi Muhtar, ikincisinin ise Kaplan Paşa’dır. Muhtar’ın dürüst olduğunu ahalinin ileri gelenleri tasdik ve ifade eder. Fedakârlığını ise Kaplan Pasa –kendi bencilliğiyle birlikte- “O herkesi düşünüyor, herkes de onu düşünüyor. Ben yalnız kendimi düşünüyorum, beni de kimse düşünmüyor.” diyerek itiraf eder. Kaplan Paşa’nın zalimliği ise kendisine dilekçe sunmaya gelenleri idam ettirmesiyle, annesini boğdurmasıyla ve halkın Muhtar’a olan hürmetini çekemeyişiyle somutlaştırılır. Muhtar da kendisini zindana attıran Kaplan Paşa’nın, şehri terk etmesi kaydıyla hayatını bağışladığını duyunca, böyle bir zalimin bağışlamasını kabul etmektense ölümü seçeceğini söyler ve zindandan çıkmaz. [10]

Oyun boyunca İsmet Hanım’ın yaşadığı bayılmalar, Kaplan Paşa’nın ve Annesinin yaptığı kötülükleri açık dille ve aşırı bir biçimde anlatmaları ile tekrarları hatta bir sahnede Muhtar Bey’in bayılması, Kaplan Bey’in sudan sebepler ile halkı idam ettirmek istemesi melodram türünde sahnede gösterilen abartı öğelere güzel bir örnek oluşturur. Oyunda görülen uzun monologlar da melodram türünde sık rastlanan bir unsurdur.

Gülnihal oyununda, Hamlet’ten esintiler de görülmektedir. Namık Kemal, Hamlet oyunundaki hayalet vakasından çok etkilenmiş olmalıdır. Bu yüzden bu vakayı değiştirerek yeniden kurgular. Onun eserinde ‘gerçek’ bir hayalete yer verilmese de İsmet’e hayaletmiş gibi gelen bir olaya yer verir. Oyunun sonlarında yer alan bu sahne, biraz zorlama gibi durmaktadır. Aslında Namık Kemal, Hamlet’teki hayalet sahnesinin tesirini eserinde de görmek istemiştir. [11] Bu aslında melodramatik özelliklere pek de uygun değildir. Nitekim Melodramda izleyici olabildiğince sahnedekini gerçek sanmalı, onu yaşamalıdır. Her ne kadar bu sahne, Hamlet’ten farklı olarak bir gerçeküstülük taşımasa da yine de oyunun akışı içerisinde bir farklılığa sahiptir.

Melodramatik yapıya uygun olarak Muhtar Bey oyunun başından itibaren Kaplan Paşa’ya karşı doğrudan bir eyleme geçmez. Ona karşı eyleme geçmesi için padişahtan fetva alır. Oyun boyunca hapsedilen ya da eylemsiz kalan Muhtar Bey edilgendir ve dramatik yapıya uygun olarak bir bekleyiş içindedir. Oyundaki çözümü Gülnihal ve Sancağın ileri gelenlerinin ortaya koydukları plan sağlar. Oyunun sonunda Sancak Bey yani kötülük kaybeder, iyilik yani Muhtar Bey kazanır. İzleyicide algılanması gereken mesaj budur. Oyunun sonuyla birlikte yukarıda bahsi geçen ayrıma göre Gülnihal’i Yengi ve Başkaldırı Melodram türlerinin bir karışımı olarak görebiliriz.

Sancak halkının Kaplan Bey’e karşı başkaldırışı, bireyin otoriteye karşı bir zaferidir. Melodramın ortaya çıkışını sağlayan ve yukarıda bahsi geçen bireysellik düşüncesinin önemli bir yansımasıdır. Gülnihal’in bir zalime karşı, başlangıçta hiç de güçlü görünmeyen Muhtar-İsmet- Gülnihal ortaklığının ve halkın desteği ile zafer kazanması, melodramda sık sık işlenen “devrim” düşüncesini “mahalli bir boyutta” yeniden üretmekte, ancak “hassas dengeler” nedeniyle padişaha sonsuz bağlılık içinde olunduğunun altı özellikle çizilmektedir. Padişahin başlangıçta burada olanlardan kesinlikle haberi olmadığı, sonra da durumu haber aldığında, Kaplan’ın kellesinin vurulmasını emrettiği, temkinli bir biçimde dile getirilmiştir.[12]

Oyun, halkı gücün kendisine verdiği yetkiyi kötüye kullanan otoriteyi sorgulama gerekirse ona karşı bir eyleme geçme konusunda mesaj içerir. Bu bağlamda yazıldığı dönem de dikkate alındığında oldukça cesur bir adımdır ve oyunun önemi buradan anlaşılabilir. Her ne kadar oyun bu “karşı çıkma” konusunda eleştirisini padişahlık makamına getiremese de Tanzimat Döneminin anlayışına uygun olarak halkı eğitme ve bilinçlendirme adına büyük bir görev üstlenmiştir. Oyunda bir aşk ekseninde işenen otorite ve birey çatışması konusu günümüzde dahi güncelliğini korumaktadır. Bu oyunda yer alan olay ve kişilerin bugün dahi var olabileceğini bilmek oyunun zamansızlığına güzel bir örnek oluşturur.

KAYNAKÇA

AND, Metin. “Türk Tiyatrosunun Evreleri”, Turhan Kitabevi, 1983

AND, Metin. “Başlangıcından 1983’e Türk Tiyatro Tarihi”, İletişim Yayınları, 2014.

ENGİN, Ertan. “Namık Kemal’in Tiyatrolarında Kavramlar”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 7(24) Sf. 352-361

ÇALIŞLAR, Aziz. “Tiyatro Ansiklopedisi”, T.C Kültür Bakanlığı, 1995

FUAT, Mehmet. “Tiyatro Tarihi”, MSM Yayınları, 2010.

GÜÇBİLMEZ, Beliz. “Melodram, Beden ve Gülnihal”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 2002 14(14)

KEMAL, Namık. “Gülnihal”, Kurgan Edebiyat, 2019.

NUTKU, Özdemir. “Dram Sanatı”, Kabalcı Yayınevi, 2001

SARIÇOBAN, Gülay. "Namık Kemal ve Hürriyet Fikri" , Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2019 23(2), 515-535

ŞENER, Sevda. “Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi”, Dost Kitabevi Yayınları, 2012

ŞENGÜL, Mehmet. “Hamlet (William Shakespeare) ile Gülnihal (Namık Kemal) Adlı Tiyatro Eserleri Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme”, Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, 2018(84) Sf. 219-241


[1] Gülay SARIÇOBAN, "Namık Kemal ve Hürriyet Fikri", Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2019 23(2), Sf. 524

[2] Metin AND, “Türk Tiyatrosunun Evreleri”, Turhan Kitabevi, 1983. Sf. 153

[3] Beliz GÜÇBİLMEZ, “Melodram, Beden ve Gülnihal”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 2002 14(14)

[4] Aziz ÇALIŞLAR, “Tiyatro Ansiklopedisi”, T.C Kültür Bakanlığı, 1995. Sf. 420

[5] Özdemir NUTKU, “Dram Sanatı”, Kabalcı Yayınevi, 2001. Sf. 77

[6] Mehmet FUAT, “Tiyatro Tarihi”, MSM Yayınları, 2010. Sf. 180

[7] Sevda ŞENER, “Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi”, Dost Kitabevi Yayınları, 2012. Sf. 137

[8] Namık KEMAL, “Gülnihal”, Kurgan Edebiyat, 2019. Sf. 13

[9] Metin AND, “Başlangıcından 1983’e Türk Tiyatro Tarihi”, İletişim Yayınları, 2014. Sf. 105

[10] Ertan ENGİN, “Namık Kemal’in Tiyatrolarında Kavramlar”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 7(24) Sf. 358

[11] Mehmet ŞENGÜL, “Hamlet (William Shakespeare) ile Gülnihal (Namık Kemal) Adlı Tiyatro Eserleri Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme”, Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, 2018(84) Sf. 230

[12] Beliz GÜÇBİLMEZ, “Melodram, Beden ve Gülnihal”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 2002 14(14)